Can Dost

Can dost

Ellerini açtığında, semaya uzandığında tutamayacağın sandığın yıldızlara dokunduğunda

güneşin seni ısıtırken hiç bu kadar mutlu olmadığında

ılık esen rüzgar yüzünde saçlarında dolaşırken yaşadığın huzurda

kör olup göremediğin barışta ,

din, dil, ırk, demeden savaşmayıp paylaştığın yaşamda

bir yudum suda, tek nefeste, bölüştüğün lokmada

seni tanımayan hayatlara ismini yazıp dokunduğunda

tek kelime etmeden gözlerinle konuştuğun

yanında olsun olmasın kalbinin en saklı köşesinde

var olan can dostta saklı yaşam...


yeşim ce...


her şeyin güzel yaratılıp çirkinleştiği dünyada yürüdüğümüz bu kısa hayat çizgisinde iyi ki varsın diyebileceğimiz can dostlar la olmak can dost olmak dileğiyle...

27 Ocak 2020 Pazartesi


MAZİYE BİR BAKIVER!
Hangi yaşta olursanız olun, olduğunuz yaşın toplamı aslında yaşanmışlıklarınızın toplamıdır. Hayat su gibi deriz ya artık su gibi değil, gürül gürül akan hızlı bir şelale gibi. Yaşam standartlarını düşürmeden bu günlerde yükselterek diyemiyorum çünkü seviyeyi korusak yeter dediğimiz zamanlardayız.
Bu sadece bizim ülke ekonomimizle de direk bağlantılı bir söylem değil dünyanın neresine bakarsanız küresel ve ekonomik krizler her yeri etkisi altına almış vaziyette.
Bilişim ve teknolojinin hızı da küresel etkilerin hızını aratmayacak derecede resmen yarışıyorlar. Yapay zeka diye tabir ettiğimiz insan iş gücünün yerini alan mekanik robotlarda artık iyice insan şekline büründürülerek hatta insansı duygularla donatılarak sahalarda yerini almak üzere.
Türkiye'nin dört bir yerinden Üniversitelerden gelen talepler üzerine üniversite gençliği ile buluşup seminerlerine katılıyoruz. İlk yazımda sizlerle paylaştığım sosyal sorumluluk ve girişimcilik konularını öğrencilerle paylaşıyoruz.  Gençlere gelişen dünya hızının içinde ellerinde ki diplomaların yetmediğini hatta aynı bölüm mezunları olarak sahaya çıkarken birbirinizin değil gelişen teknoloji rakipleri olduğunu anlatıyoruz. Yeni mekanik insanlar, Sophia’lar geliyor diyerek sadece iş potansiyelinde değil duygusal olarak da neleri kazanıp neleri kaybediyoruz, insanlık olarak hep birlikte inceliyoruz.
Yine böyle bir seminer esnasında katılımcı gençlerden bir tanesi beni çok etkileyen bir tespitte bulundu. Hocam bizler bunun ne kadarından etkileneceğiz bilmiyorum ama beni çok etkileyen bir konu var. Birbirinden gitgide uzaklaşan insanlık sayesinde artık bir mazimiz olamayacak. Geçmiş hafızamız belki de sıfırlanacak. Çekirdek yaşamdan öte biriktirdiğimiz, hey gidi günler diyeceğimiz anılar hiç oluşamayacak.
Bizler gibi orta yaşlar sınırındaki insanların yaşanmışlıklarının, biriktirdiklerinin içinde mazi ile ilişki kurması çok normalken karşımda yirmili yaşlarda hayata daha yeni başlamış taze gençliğin maziye özlem duyamayacak olmasından bahsetmesi çok düşündürücüydü.
Bir an durdum ama çok uzun sürmedi. Ne kadar doğru söylüyordu, ne kadar haklıydı. Ne eski dostluklar, ne işveren çalışan ilişkisi, ne eski duygusal aşklar, ne komşuluk ilişkisi, ne bizim mahalle kültürü, ne de ebeveyn bağları… İnsanın kanı donuyor düşününce duyguları kalmayan sadece yaşayan bir insanlık. Bakınca şimdi bile öyle değil mi biraz.
Sabah ellerimi yakan, mis gibi sıcak ekmek almaya gittiğim fırınlar, Mümin Amcanın terek bakkalı, Yorgancı Saim Usta, Marangoz Yusuf Amca, el arabasıyla dondurma satan İsmet…
Siyah beyaz fotoğraflarımız var bizim, mis gibi çiçeklerle donatılı cam önlerinden geçerken içeriden gelen tereyağında yakılmış taze nane kokuları, bütün mahalleyi saran bol zeytinyağında kızaran pişiler, beyaz sakalları boynuna inmiş hacı yağ kokulu dedelerimiz.
Bacası tüten birbirine komşu olan mini bahçeli, önünde ki asma bağları bulvarı saran, terasları odun dizili evler, kaldırımlarında evcilik, yakan top, istop, beştaş oynadığımız deli gibi koştuğumuz, saklambaç oynarken, çığlıklarımızın yeri göğü inlettiği sokaklar artık yok.
Şimdi olmasalar da, hayatımıza girmiş çıkmış mazimizde yerini almış sayısız anılarımız var. Bunlar ilişkilerle duygularla oluşmadı mı? İnsanlık birbirinden uzaklaştıkça, çekirdek aileler bile birbirinden kilometrelerce uzakta yaşadıkça, yalnızlık arttıkça, evde, işte, sosyal yaşamda paylaşımlar olmadıkça ne birikecek hangi mazi oluşacak.
Bu ay dergimizi incelerken göreceksiniz. Avustralya'da doğanın isyanı, her gün yeni bir türü ile karşımıza çıkan kanser, sevgi mesajlarının havada uçtuğu on dört Şubat, Samsun’un Cennet köşelerinden Bafra. Hepsi o kadar iç içe ki. Koruyamadığımız her şey mazi olamayacak kadar yok olacak.
Tatlı acı anılarımızdan başka hiçbir şeyi şu bir nefesle gelip, bir nefesle gittiğimiz dünyadan götüremeyeceğimizi düşünürsek, o iki nefes arasında nasıl yaşamamız gerektiğine de bizler karar vereceğiz. Ne doğumlar bitecek ne de ölümler. Gönülden ne yaşadık neleri hatıralara yazıp yanımıza kattık asıl olan o.
Bunu düşünerek adım atsak mı her şeye…
Ne de olsa yapan da biziz, bozan da.
Ömrümüzün son demleri dediğimiz zamanlara geldiğimizde Müzeyyen Senar'ın nağmeleri düşmesin dilimizden,
Ömrümüzün son demi son baharıdır artık.
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık…
Kapınız çalıyor, duyuyor musunuz?
Mazi sizin kapıya da gelivermiş...
Açın bakalım geri de kimler kalmış, kimler gelebilmiş…

20 Mart 2019 Çarşamba


DİĞER YARIM…
Yunan mitolojisinde, yaratıcı özlemi arayan insan oğlunun, her içinden çıkamadığı gerçeğe bir Tanrı atayarak yaradılışının sebebini aramasından kaynaklı bol Tanrılı hikayelerle dolu tarih kitaplarını okuyarak büyüdük.
Oysa ki bizi yaratan büyük güç, kendi kudretine aklı yetmeyen insanoğluna inanılmaz mucizelerle dolu mükemmel bir hayat sunup, bir tek şey istemişti.
Yarattığım her şeyi sevin, Yaradan'ınızdan ötürü..
Dinler tarihine çok meraklı biri olan bendeniz, hala ilk insanların birbirini keşfederken hangi duygular içinde olduğunu merak eder dururum.
Bazen ilk insan olurum, ikinciyi görünce ne düşünürdüm diye düşünürüm... Zaman içerisinde birbirine çok benzeyen aynı bütünden iki yarım ayrı yerlerde yaşayan insanlar var olduğuna inanırım.
Bunların aynı cins olması da gerekmez.. İç kodlamaları aynı, genetik görselleri farklı.. Hani bizim halk tabiriyle ''ruh ikizi'' dediğimiz kişiler...
Onu da merak ediyorum aslında çok...
Kaç kişi bulabildi acaba o ruh ikizini... Benim diğer yarım dediğini...
Bulanlar vardır elbet..Bulup geç kalanlar..Hiç bulamayanlar...
Bir baksak sayısız hikaye çıkar her taraftan ayrı ayrı...
Özellikle hızla gelişen dünyada düşündüren sorularda bir hayli fazla çıkıyor karşımıza..
Gençlerle çalışınca bu farkındalığımda artıyor nerden aklına geliyor demeyin bana..
İslam son din..Peygamber efendimiz son elçi. Kuran son kitap...
Dünya bu gerçekle sonlanacak...
Dinde revizyon mümkün değil bu bizlerin bütün dini değerlerine aykırı.
Ama dini hızla kötüleşen, sonu yaklaşan dünyaya anlatmak, doğru yaşatmak, yeni nesle diretmek yerine onları ikna eden yaklaşımlarla bu maneviyatı kazandırmak gerektiğine olan inancım sonsuz..
Bunu her gerekli platformda dile getiriyorum.
‘’Çocuğum ne demek DEİZM’’ demek yerine çocuğum bu noktaya nasıl geldin, biz nerde eksik kaldık, nereyi yarım bıraktık, anlatamadık yacda biz de de eksik demek lazım önce..
Neyse bu sular çok derin sular..Bu kıyılardan girip karşı kıyılara çıkma şansımız yok..
Çektiğim bir fotoğrafın üzerinde oynarken aklıma yine tarihte aklımda kalan Yunan Tanrısı Zeus’un çift yaratılmış insanlarla ilgili mitolojik hikayesi geldi..

Tanrılar tanrısı Zeus var o dönemlerde, sıkılmış “insanlar yaratayım.” Demiş.Ancak  yarattığı her insan çift biçiminde oluşturmuş. Sırtlarından birbirlerine yapıştırmış.Tek olmasınlar istemiş. İnsan düşünün çift ve yapışık.
Bu insanlar çifter çifter birlikte çok mutlu ve gayet iyi anlaşarak büyülü bir biçimde yaşamlarını sürerken, aldıkları keyiften ve birlikteliklerinin şahaneliğinden olsa gerek onları yaratan tanrıların tanrısı yakışıklı ve çapkın yüce Zeus’u bir zaman sonra unutmuşlar. Şükretmeyi, anmayı, bilimum ibadet neyi gerektiriyorsa hiçbir şeyi yapmamışlar.
 Zeus bu durumu fark edip, mutluluklarından dolayı kendisini unutan halkını uyarmış. Ancak bu uyarılar da bir işe yaramamış. İşte o derece mutluklar sunmuş Zeus düşünün. Tabii ki  istediği olmayınca, nankörleşen insanoğluna cezalar, felaketler yollayarak diğer tanrılar gibi bir ceza armağan edene kadar..

Kudretli sesiyle; “ben size mutluluk verdim, hayat verdim, ancak siz buna şükretmeyi bilemediniz. Doğru yoldan ayrıldınız.Oysa ki siz birbirini tamamlayanlar olarak özel yaratıldınız. Bu sebeple sizleri ayırıyorum” deyip çiftleri sonsuza dek çaktığı şimşeklerle ayırıp başka başka yerlere atarak
‘’Ancak çok iyi olanlarınız birbirini bulacak ve kavuşacak diğer yarısıyla tamamlanacak’’ demiş...
Zeus un lanetimi, yoksa ruh ikizini hakkedenlerin birbirini çekim gücümü bilinmez bu benzeyiş öyküsü
İşte o zamanlardan bu zamanlara bu mitolojik hikayeden de anlaşılacağı üzere sadece ben merak etmiyorum insanoğlu ve yaradılışın bugüne gelişini.

Diğer yarısını, gerçek yarısını bulanlara yani tüm iyi insanlara sonsuz sevgilerimle hep tamamlanmış mutluluklar yaşamaları dileğiyle..
Yeşim……



Müzik: Anjelika Akbar

1 Ocak 2019 Salı

TETİĞE DEĞİL, DENKLANŞÖRE BASIYORLAR. ÖLDÜRMÜYOR, ÖLÜMSÜZLEŞTİRİYORLAR.!
Samsun Kızılırmak Deltası Ķuş Cenneti'n de yasanan, videolarını paylastığım üzücü olayın bir daha yaşanmamasını dileyerek sizlere genç, yetenekli, bir o kadar efendi, hayata yeni hazirlanan bir genci tanıstirmak istiyorum.
Alihan'ı 15 yasinda tanidim. Ondokuzmayıs lisesinde o yasta açtığı fotoğraf sergisini gezerken.
Alihan nın fotograf karelerinin yüzde doksanı kuşlar ve doğaydı.
Fotoğraf karelerinde ki kuşlar o kadar gerçek gibiydi ki insan odaklanmadan yapamıyordu..
Özellikle bir baykuş fotografı vardi ki sanki gözleri gözlerinizin içinde..
Sohbet ederken bu merak nerden, bu fotograflar nerde çekildi derken Kızılırmak Deltasının olağan üstü bir canlılar hazinesi olduğunu, her bir kuşun nasıl pozlarını yakaladığını, nasıl hareket ettiklerini anlattı.
Sonrası Alihan bizim Elvin çalısmalarında yaptığımız etkinliklerde bütün cocukların, yaşlıların, özel cocuklarımızın fotoğraflarını çekip onlara göndererek, onları mutlu etmeye basladı.
Cunku sanatı buydu. Sevdiği işi yapıyordu.
Bizlere de programlarımızın fotograflarını videolarını hediye ediyordu.
Alihan gecen bu üc yil icinde sayısız ödul aldı. Universiteye Delta da hazırlandı.
Geçen yılda Antalya da fotografcılık bölümünü kazandi okuyor.
En son Ankara da beraberdik.
Yesim Abla aklım hep Samsun da dedi.
Niye Alihan bir sıkıntımı var ailende dedim.
Hayır deltaya artık giremiyoruz biliyorsun fotoğrafçılara yasaklandı dedi.
Niye dedim kuşları ürkütüp kaçıŕıyormuşuz.
Buna katılmıyorum çünkü bizim gibi orda olan herkes nerdeyse doğada kayboluyor. Öyle malzemelerle kamufle oluyoruz ki yoksa bu karelerin çıkması mümkün degil dedi.
Babam fotoğraf çekmekten vazgecti, şimdi bekcilik yapıyor nerdeyse çünkü en son anlatıkları çok korkunçtu. Kaçak avlanma devam ediyormuş ne yapmali...
Yazin yetkili yerlere şikayet edin Alihan dedim.
Dün sabah ki videoya kadar..
Sonrası olaya değerli basınımızın da duyarlılıkla destek vermesiyle en yetkili yerlere kadar hızla ulastı.
Ben gerekenin en acil önlemlerle çözüme ulaştırılacağına inaniyorum.
Çünkü bütün bürokratlarımız o bolge icin cok çaba sarfediyorlar.
Delta yıllardır Unesco Dünya Doğal Miras Alanı olabilmek için mücadele ediyor.
Milli parkların himayesine hala geçememiş olmasını da anlayamadığım yüzlerce kuş, yaban atlarından, mandalara kadar sayısızda hayvanın yaşadığı bir yer burası.
Demek ki yeterli koruma gerçekleştirilemiyor.
Bu görev kimdeyse bunda eksik kalmış başaramamış.
Ki bu boyle bir zaafiyeti kaldiracak bir konu degil, bu kadar hassas bir dönemde.
Bende diyorum ki, defalarca fahri koruma görevi isteyen her türlü tedbiri alan bu profesyonel insanlar giremiyorsa sebeb kuşların ürkmesi kaçması kadar hassasiyet gösterilen bir konuysa hic kimse girmemeli..
Mandası olanlar fotoğrafçılardan daha mı bilinçli daha mı hassas..
Belli kriterleri olan bu insanlarda orda olmalı diğerleri girebiliyorsa..
Ellerinde ki malzemeler cok pahalı ve ağır malzemeler..Kamuflaşlari kum torbaları ile geziyorlar doğayla bütünleşsinler diye ..
Ayrica varlıkları kaçak avcılarıda korkutuyor alandan uzak tutuyor. Bu çelişkili onlemlerin sonucuda video da..
Çok gec olmadan hersey tekrar düşünülmeli..
Dünya kilometrekare alanlari nasil koruyor önce bu öğrenilmeli..!
Avcılık klübü kendi isimlerini, avcılık meslegini karalayan bu kisileri kendi ruhsatını alıp men etmeli. Hiçbir gerçek avcı türü tukenen canlıyı öldürmez. Hicbir gercek avcı yasak yerde avlanmaz.
Profesyonel fotoğraf sanatıyla uğraşanlar deltada tetiğe basmıyor, denklanşöre basıyorlar.
Yaptikları işle onları öldürmüyor, ölümsüzlestiriyorlar.


23 Aralık 2018 Pazar

BİR ADIM İLERİ, İKİ ADIM GERİ..!
Kuzey haber okuyucularına sevgi ve saygöılarımı ileterek bir merhaba ile başlamak istiyorum köşe yazıma
Hepimizin gündeminde malum yerel yönetimler ile ilgili seçim süreci var. Bütün siyasi partilerin kendi adaylarını belirlemek için başlattığı A.Adaylığı süreci de hala devam ediyor.
Her seçim dönemi adayların belirlenmesi noktasında sancılı süreçler yaşanıyordu. Ancak bu dönem kırmızı çizgileri iyice netleşmiş, yayları her yönden gerilmiş Türkiye'nin bu sürece daha da sancılı hazırlandığını hepimizi yakından görüyoruz.
Adaylarını, yoğun yapılan kamuoyu yoklamaları sonucu halkın nabzına göre belirlemeye çalışan siyasi partiler, illeri ayrı ilçeleri ayrı kriterlerle, hatta siyasi partiler arası ittifaklarla bölüşerek kazanma çabasında.
Bu süreçte halkı doğru yönlendirmek ve bilinçlendirmek de yine tarafsız olmasını arzu ettiğimiz görsel ve yazılı basına
, medya dünyasına büyük görevler düşüyor.
Ben de kendi üstüme düşen görevi yerine getirmek istiyor ve sözü hemen bu seçimlerde sayılarını ne olacağını merakla beklediğim kadın adaylarımıza getirmek istiyorum.
Bu süreci yakından takip ettiğim Ankara'nın Pursaklar ilçesinden örnek verecek olursam sadece AK Parti'nin 27 adayı içerisinde bir tane kadın adayının olması bile aslında bu seçimlerde karşımıza çıkacak sonucun diğer seçimlerden çok büyük değişiklikler
. olmayacağının göstergesi.
2014 mahalli idareler seçim sonuçlarına göre 1.397 belediyenin 39 tanesi 20.498 tane meclis üyesinin 2.198 kadın birinde % 3 birinde % 10 bile olmayan temsiliyette.
Vitrine konacak kadar bile neredeyse yok.
Bakanlık, Milletvekilliği, Valilik, Kaymakamlık oranlarımız da ortada.
Bir iki sayımız arttıkça alkış tutuyor, parmakla gösteriyor, olağanüstü görülen bu durumu tebrikler ile gazetelere dergilere taşıyıp demokrasi adına kutlamaya çalışıyoruz.
Ülke nüfusunun yarısı kadın olan ve demokratik haklarını birçok Avrupa ülkesinden önce alan ama bugün cinsiyet eşitliği konusunda 130 Avrupa ülkesinde 113 sırada olan Türkiye adına..
Hafızalarımızı şöyle bir tazeleyelim.
Meclis bünyesinde kadın erkek eşitliği için çalışacak bir komisyon kurulması için tartışmalar 1998'de başlamıştı.
İki kadın vekil, kadın erkek eşitliği araştırma Komisyonu kurulması için teklif vermiş 3 ay çalışan bu komisyon Türkiye'deki durumu ortaya koymuş, kadının statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM)tarafından da basılan bir rapor hazırlamıştı.
Rapor kadın-erkek eşitsizliğini ortadan kaldırmak için meclise daimi bir iç tüzük ile kurulmuş bir kadın erkek eşitliği Komisyonu oluşturulması önerisini içermişti.
Komisyon için meclis görüşmeleri ise 11 yıl sonra ancak gerçekleşebilmiştir.
Malum AB uyum yasaları çerçevesinde meclisin atmakla mükellef olduğu bir adımdı o da.
Bu kadın hareketi komisyonun adının Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu olmasın da ısrarcı olunmuştu.
Ama partiler arası uzlaşmaya rağmen komisyonun adı Fırsat Eşitliği Komisyonu oldu yani kadın ve erkeğin eşit olduğu Fikri bile meclisten içeri giremedi.
Cumhuriyetin Partisi olduğunu her fırsatta dile getiren partiden, en çok bizim dönemimizde kadınlar ön planda diyen iktidar partisine kadar herkes kadının statüsü üzerinden siyaset yaptı ama görevlerini tam anlamıyla asla.
Parti Kadın Kolları adıyla bile partiler içinde sınıflandırılan kadınlar, en çok çalışan ama bir türlü eşit tutulamayanlar olarak komisyonda belirtildiği gibi kendine fırsatlar tanınması hala beklemekte.
Siyasi partilerin her dönem bu konulardaki tutumlarının en somut göstergelerinden biri teşkilatlarına yolladıkları seçim genelgeleri dir.
Bu genelgelerde belli yaptırım gücü yüksek şartnameler getirilmediği sürece, kadınları da her donanıma sahip olmalarına rağmen bu erkek egemen, kendi içinde bile zorlanan yapının içerisine girmesi için çeşitli yöntemler geliştirilmedikçe, bir şey yapıyormuş gibi davranıp, iki şey eksik bırakan kısaca bir adım ileri iki adım geri politikalarla kadınların ne yerel yöneticiliği ne de cinsiyet eşitliği mümkün.
Oysa ki bu ay içerisinde 5 Aralık 1934'de resmen birçok Avrupa ülkesinden önce kendine seçme hakkını tanıyan bir Meclise karşılık, dün olduğu gibi bugün de görülmekte ki erkeklerin kentleri ele geçirme savaşları içinde kadının adı yine yok..



24 Mart 2018 Cumartesi




MEDİNE İLE MEKKE ARASINDA BİR GARİP HİÇ ...!

Yaradılışın, manasına varmak mıydı acaba benim için kutsal topraklara gitmek, bilemiyorum.
Geleli bir aydan fazla oldu.Bildiğim tek şey aklımın hala oralarda olduğu.
Döner dönmez hayatın devam eden rutin koşturmaları içinde kalbime sakladığım bütün güzellikleri geceleri yatağıma yatınca yerinden çıkarıp çıkarıp tekrar yaşıyorum.

''NON MÜSLİM'' yazısıyla bizi karşılayan Medine de, gayrimüslimin suluetinin giremediğini, sermayesinin devasal eserler yaptığı görmek bütün dengeleri biranda alt üst etti bende..
Varlığını burası kutsal topraklar diyerek sokmadığın gayrimüslümlerin, ceplerine müslümanların akıttığı dolarlar, eurolar neyin, hangi kutsallığın pazarlanması sorusunu çivi gibi çakıyor beyinlerimize..Anlamaya çalışıyorsunuz bütün olan biteni, bir haklı sebeb arıyorsunuz sorularınıza..
Ve bütün cevaplar orda yaşarken bir bir diziliyor karşınıza..
Neden dört kitap, yirmibeş peygamber, yüz yirmi dört bin elçi bu coğrafyaya gelmiş içiniz acıya acıya anlıyorsunuz..

Bir hafta içerisinde o kadar çok şey yapıp, o kadar çok şey görüp yaşadık ki..
Hafızamın anlık kayıtları o anlara tekrar döndükçe, idrakta çok farklı boyutlara ulaşıyor her şey bende.
İçimde yaşattığım sorulara yeni cevaplar bulurken, İslam adına yaşadığım duygusal çaresizliklerim ise deli deli dolaşıyorlar beynimde..

İlk ziyaretimiz insanlığın sevgilisi Sevgili Peygamberimizin evi Medine'ye...
Kabe'den sonra İslam'ın en değerli ikinci mekanı olan Medine'deki Mescid-i Nebevi, nin ihtişamlı görünüşünden etkilenerek bir milyona yakın kişiyi içine sığdırabilen bu mekanda namaz kılmak, inanılmaz duygusal anlar yaşatıyor insana.

Secdeye giderken ayaklarınızın yok olduğu hissine kapılıyor, nasıl doğrulduğunuzu anlayamadığınız hafiflikle, içinizde hissettiğiniz o huzurun kelimelerle tarifi yok.
Ravza da iki rekat namaz kılabilmek, ona dua edebilmek için duyduğum heyecan orda beklediğim sessizliğin yerine can siparene o bölgeye ulaşma çabamızsa niyetle amaç arasındaki tezat mücadele..

Sessizliğin sukunet ve huşuyla verdiği huzuru seven biri olarak, ümmetin sevgilisinin önünde acaba bu saygısızlığımıza ne der diye düşünmeden namaz kılabilmek için birbirimizi çiğnemeye çalışmak, İslam ın hiçbir ibadet kavramıyla örtüşmüyor bende..

Otelimizle Mescid-i Nebevi nin arası beş yüz metre..
Sabah namazı için okunan ilk ezan la birlikte bir insan seli başlıyor..Sessiz sessiz herkes o güzel şemsiyelerle dolu bahçeye akmak için bütün edasıyla salınıyor yollarda.
O kadar farklı duygular ki yazarken bile anlatamıyor insan o hissiyatı..

Sizi çok seven küçük bir çocuğun karşısında kollarınızı açtığınızda, düşme pahasına aldığı hızla size deli gibi koştuğunu ve boğarcasına sarıldığını düşünün..
İşte öyle bir heyecanla düşüyorsunuz yollara.
Mistik çöl havasının sabahla birlikte gelen ılık esintisi üzerinizde, yollara çıkmak insanlar arasında kaybolmak, ona koşmak..
Ve onun evinde onunla birlikte en büyük sevgiliye elleri açmak.
Medine ne de Sevgili Peygamberimize olan misafirliğimiz sona erip veda zamanı yaklaşırken içimden tekrar gelmeyi diliyorum..
O anda aklıma söylemlerim geliyor içimden gülümsüyorum..
Hz. Mevlana nın dizeleri geçerken gözümün önünden yaşamadığın hiç bir şeyin yorumcusu olma diyorum...

Gözün kiymetini ''ama'' olandan
Sözün kıymetini ''lal''olandan
Ekmeğin kıymetini ''aç''olandan
Aşk'ın kıymetini ''hiç''olandan öğren..!

Ve üçüncü günün sonunda Mekke ye doğru otobüslerimizle yola çıkıyoruz.
Çöllerin ortasında bir otobanda peş peşe sekiz otobüs tıpkı flimler de ki gibi deve kervanlarının arasından dört saate yakın bir zaman diliminden sonra Mekke ....
İlk karşılaşma için bir saatlik yemek ve dinlenme molasından sonra beyazla siyahın, erkekle kadının her şeyin ama her şeyin birbirine karıştığı kalabalık sokaklardan Kabe' yi ilk göreceğimiz yere kadar geliyoruz..

Ümre için niyet namazımı kıldırırken hocamız;
Unutmayın siz istediğiniz için değil, o sizi istediği için buradasınız.
Sizi kapıda karşılayacak, ilk karşılaşmanız ilk selamınız..
Duanın dili yoktur, dua gönül dilini kullanır..
Gönlünüzden ne geçiyorsa öyle selamlayın...diyor hepimize.

Ben de tam da öyle yapıyorum..
Kalbimin sesi kulaklarımda bütün sessizliğimin var gücüyle...
Teşekkür ederim beni çağırdığın için
Teşekkür ederim sessizliğimin en büyük dinleyicisi olduğun için...
Teşekkür ederim o ''HİÇ'' lik makamında bana da bir yer açtığın için...

YEŞİM CE..

                     
SADECE BİR ÖĞRETMEN DEĞİL
BENİM ÖĞRETMENİM, CANIM ÖĞRETMENİM...

İlkokula Samsun Cumhuriyet İlkokulu nda başladım.
İlk okul öğretmenim çok yüksek sesli sürekli bağıran ve beni çok korkutan yaşlı bir beydi.
Emekliliği gelmesine rağmen emekli olmamış ailevi sorunlarına sınıfa taşıyan öğretmenim yüzünden ilkokula başladığım yıl ilk yarı olmadan okula gitmeme kararı aldım.
Okadar çok ağlıyordum ki her sabah babam bu korkum ve ağlamam yüzünden beni okula gönderemiyordu.
Okulumu değiştirme kararı aldılar...
İlk yarı bitti ve ben ikinci yarıya Sakarya İlkokulunda başladım.
Yeni öğretmenim Beyhan YILDIRIM ...
Annem herşeyi anlatmıştı öğretmenime yüksek sese karşı çok tepkili olduğumu ve bu yüzden okula küstüğümü ...
Öğretmenim benim canım öğretmenim Beyhan Öğretmenim...
İlk gün konuştu benimle..
Ama o konuştu ben dinledim..
Dilim var mı diye bile sormuştu...))
Ben herkesten geri kaldığım için, herkes okurken ben daha yeni heceliyorum diye bir ay boyunca tenefüse çıkmadı...
Benimle her tenefüs ayrı bir okuma eksersizi yaptı.
Bende onunla tenefüse çıkmıyorum öğrenmek istiyorum diye akide şekeri, lokum ödüllerimdi..
Çok sürmedi ben bir ay olmadan çok güzel okuyan çok hızlı matematik çözen bir çocuk oldum..
Benim Öğetmenim Beyhan Öğretmenim Canım Öğretmenim..
Sürekli  hızlı ve doğru okuma anlama yarışmaları yapardı bize sınıfta.
Önce kendi okurdu..
Okurken sesiyle karakterleri vermemizi heyecanı üzüntüyü kelimelere yansıtmamızı isterdi.
Siz okurken ben konuyu canlandırmalıyım derdi
Hep öyle okuduk tane tane, hızlı,anlaşılır yaşayan okumalar ...
Masanın üstünde bir kavanoz şekeri hazırdı herzaman ...
Başaranın şekeri elinde..
Öyle seviyordum ki onu, en büyük hayranı ben..
Çok güzel konuşurdu sevgisini çok güzel gösterirdi benim öğretmenim..
O bir ay ve şekerler onun sevgisiyle birleşince neler oldu neler...
Artık öyle okuyordum ki durdurabilene aşkolsun...
ilkokul 3 sınıfta ezberim telafuzum yüzünden üç A4 kağıt uzunluğunda ki
Behçet Kemal ÇAĞLAR ın NÖBETÇİ MİLLET şiirini ödev verdi..
Ezberledim okullar arası şiir okuma yarışmaında ikinci oldum..
O gün bu gün okuyorum...Hem hızlı hem anlaşılır..
O gün bu gün neyi nasıl öğrenebilirim, diye çabalıyorum...
O gün nasıl seviyorsam bu günde aynı seviyorum..
Çocuklarıma bana öğrettiklerini öğretiyorum..
Anneden sonra gelen en büyük eğitimci ilkokul öğretmenim..
Yıllar içinde sayısız öğretmenim oldu ama yeri başka hep büyük oldu...
Bunları sizlerle paylaştım...
Bilin istedim İlim irfan ordusunda böyle güzel böyle değerli unutulmaz isimler
var tanıyın istedim.
Ben seviyorum sevdiğimi sizlerle tanıştırim istedim...

CANIM ÖĞRETMENİM BENİM GÜZEL ÖĞRETMENİM
BEYHAN ÖĞRETMENİMM..

Sizin gibi öğretmenlerin başımızdan eksik olmaması dileğiyle...
SİZİ ÇOK SEVİYORUM

Yeşim GÜRSOY
1-B 405 nolu öğrenciniz..

12 Kasım 2017 Pazar


                                 
                                             
                                                              GÖNÜL DAĞI
                                                     https://youtu.be/7yQI2mUX7Rc
Ne zaman Neşat Ertaş ın Gönül Dağı türküsünü dinlesem hep Anadolu canlanır gözümde..
Pamuk tarlalarında ki işçiler, yol boyu çadırlar geçer gözümün önünden.
Alaçam da çeltik tarlalarında diz üstü kara lastik çizmelerle suyun içinde ki boy boy insanlar..
Vezirköprüde ki çoban kadınlar..
Ayvacık ta dev kazanlarda pekmez yapan, Yeşilırmak a doğru derin derin duygularla dalan canlar.
Rize de çay bahçelerinde o yeşil denizde peştamalli yurdum insanı...
Nedense odun ateşinin közünde demlenmiş çay gibidir bende kırsal  
Özü bozulmasın diye öğretilerine değerlerine sahip çıkan saf temiz yurdum insanı.
Çayın tadı bozulmasın diye kıtlama şekerlerin tereklerde yer aldığı günler benim çocukluğumda kaldı belli.
Ama bende ki Anadolu hep o demli çay tadında.
Her ne kadar bugün  Anadolu eski Anadolu olmasa da.
Konum gereği çok zor bir coğrafyanın çocuklarıyız.
Hızla gelişen, dönüşen, değişen dünyaya Anadolu kültüründen geçiş hiç de kolay olmuyor.
Hepimiz ayrı kulvarlarda bu hızlı düzene ayak uydurmak için çabalayıp duruyoruz.
Genel kültür, gelenek görenek derken sürdürülegelen alışkanlıklarımızı bir kenara bırakıp ülke olarak biranda uyum sağlamamızda beklenemez.
Değerlerimizi koruyarak, yaşatarak yeni dünyanın hızını yakalamaya çalışmakta en çok zorlandığımız konu ise detaylı, ölçülü düşünme ve sonuç odaklı çalışma yeteneğimizin gelişmemiş olması.
Olduğumuz yeri varetmek yerine hep daha iyi için bir yerlere gitme, göçme telaşındayız.
Olduğumuz yerde olgunlaşıp meyve veremiyoruz, hemşehricilik duygularımız çok zayıf.
Ne eski yapılarımızı ne de eski bize ait geleneklerimizi koruyabiliyor özünde yaşatabiliyoruz.
Olduğun yerde olgunlaşmak için gönül dağının, can özünün nereye aktığını iyi bilmek gerekiyor.
İşte orda başlıyor hemşehricilik, süreklilik, mülkiyet duygusu, mekansal varoluş çok önemli kök salmada olduğun yeri var etmekte..
Son yıllarda en çok üzüldüğüm konulardan biriside eskiye olan hürmetin azalması ve günden güne hoyratlaşan bir toplumsal düzen..
Yeniye karşı doğru eğri demeden olan düşkünlük ise bence artık korkutan boyutlarda..
Çevremizi, fiziğimizi, kıyafetimizi değiştirerek bir yerlere ayak uydurma telaşındayız.
Tatil tatil, mekan mekan gezerek rahatlama çabalarındayız..
Oysa ki atladığımız en önemli şey ruhumuzun yenilenmesi değil mi?
Düşünmeden, sorgulamadan bize on gömlek büyük gelen bir giysiye bürünmek, en lüks yerlerde yaşamak, en lüks arabalara binmek neyi değiştirir.
Onların içindeki ruh aynı yerindeyse, nereye gitsen senle gelmez mi?
Bugün sadece kendi şehrimizde ki göç oranlarına bakınca, göç hikayelerini dinleyince, oturup bir köşeye alış veriş merkezinde ki o ilginç manzaraları seyredince hep daha derin sorgularım..
Doğduğun huzur bulduğun yerde var olmak mı..
Doyduğum yer deyip özünü geride bırakıp oraya kök salmaya çalışmak mı..!
Neşat Ertaş la başladım yine onla bitireyim bu yazımıda..

'' Gönülle yaşarsam dünya benim
  Gönülsüz yaşarsam dünyayı neyleyim.''

Yeşim...